Ölüm..
Ne müthiş kelime demiştim 17 yaşımdayken, altına, sağına, soluna, üstüne baktığımda.. yani derinden baktığımda Ölüm’e; yaşamla karşılaşmıştım..
üç intiharımın sonuncusunda kalbim durdu; geri geldim..
sevdiklerim, uzaktan tanıdığım ustalar ayrıldılar bu yaşamdan; bir an durdu yaşam sanki; geri geldim.. geldiğim yer; bulunduğum yer ve zamanın ötesinde, kendi merkezim oldu her seferinde..
sonra 9 ay beklediğim; annesinin karnındayken haikular okuduğum göğün kuşu geldi bu dünyaya; ağladım, sevdiğim biri bu dünyadan ayrılmış gibi ağladım.. göğe bakarken o an; ölüm ve yaşam nasıl da birlikte, nasıl da benzer bazı bazı diye geçti içimden..
ölüp geri gelmemle birlikte; ölüm-yaşam döngüsüne dair içimde var olan her şey 880 derece değişti, dönüştü.. Ölmek başıma gelen en güzel şey oldu; ölmek yaşamın kapılarını aralayan oldu..
Bütün bunlar demek değil ki; ölenlerimizin yasını tutmayalım ya da herkes intiharı deneyimlemeli.. bunlar kimsenin bireysel algısına ya da olagelişine bir şey demiyor; yazdığım her şey tamamen Zeynep insanının bu yaşamdaki deneyimi ve deneyimden onda kalanlar..
Ölüm de tıpkı doğum gibi bu yaşamın bir gerçeği..
İntihar yaşamaya dair bir çığlıktır demiştim bir aralık.. ben kendi adıma kimseyi suçlamadım ya da demedim içimden ‘şöyle yapsaydın, böyle olmazdı’ diye hiç kimseye.. bildim hep; bu yaşam benim özgün varlığımın, kendi gerçeğini kendince yaratmasından başka bir şey değil…
Öfkelerim hep bir holograma, duruma oldu… çok da anlamadım incir çekirdeğini doldurmayan hikayelerde boğuluşlarımızı.. birbirimize kurduğumuz tuhaf cümleleri, yargılayışlarımızı; kendim dahil.. bir savunma mekanizması olarak dikenlerimi çıkardım böyle durumlarda…
Sonra ölümden geri geldim; sıfır savunma mekanizması… koşulsuz sevgiyi deneyimleye geri gelmiştim… hem koşulsuz hem sevgi söz konusu olduğunda neyi savunabilirdim ki… açtım bütün sınırlarımı, kapılarımı.. öyle ki daha önce farkında olmadığım kalbimin en kilitli odalarına girdim; güvendesin dedim… bildiğim yoldan değil, daha önce hiç gitmediğim bir yoldan yürümeye başladım bu yaşamı… her an ölüm, her an doğum ve yaşam haline dönüştü… nasıl da güzel oldu…
Bütün bunlar öyle bir anda olmadı.. belki de bir anda oldu ancak insan yaşamı algısında bir sürece denk düştü bütün olanlar… adına sene dediğimiz süreleri içermeğe başladı… sorsan; şu kadar diyebilirim, eğer süreyi bilmek seni rahatlatacaksa… yine sorsan; hem sonsuz hem bir anda derim… benim ne dediğimin hiçbir önemi yok; kişi kendi kadarına el sürebiliyor ancak…
Kendimiz kadarının ardına sığınmak da bir tercih; kendi kadarının sınırsızlığını keşfetmek de… sadece şunu söyleyebilirim kendimiz kadarının sınırı yok… sınır dediğimiz, tıpkı bütün tanımlar gibi; bizlerin kafasındaki cümleler… cümlelerin içine girerek yaşamı kendi hapishanelerimiz haline getiren de biziz; cümlelerden çıkarak gerçeğe el süren de…
Kişi en kolay kendini kandırabiliyor bu yaşamda… özşefkat ve anlayış; kendini dövmekle, kendini rahat ettirmek için kandırmak arasında bir yerde var olabiliyor… yani ancak An’ın yaratım boşluğunda…
Bu yaşam pek tabii senin; ancak senin kandırmaların ya da benim kendime olan tarifsiz yargılarım ve şiddetim hepimizi etkiliyor…
Kendine ne kadar dürüstsün… insan bu soruyu sormalı ve durmalı orada; her nelerle yüzleşecekse yüzleşmeli… diğer türlü yaşarken ölüyoruz… boğuluyoruz tanımların, durumların konu başlıkları içinde; çürüyoruz kendi yarattığımız hapishanelerde…
bütün kalbimle…